16 Nisan 2018 Pazartesi

Dostun Bağı...

Ah bir konuşan, bir daha konuşan, yine konuşan; gülerken, ağlarken, susarken konuşan bir kadın o. Bir de kocası var susan, öyle susan ki gülerken, ağlarken hep susan...

2017 nin son günleriydi. Sürekli kızarak ama inatla ( Karadeniz damarımdan mıdır nedir.) yazdıklarını okuduğum bir kadınla tanıştım. Virgül koymuyor, nokta koymuyor bazen boşluk bile vermiyordu ama uzun uzun da yazıyordu. Kelimelerin arasında boşluk vermemesi konuştuğu gibi yazmasındanmış anladım sonradan. Çünkü heyecanla anlatıyorsa nefes de almıyor zaten. Ama kaktüsleri seviyor. Çokk. Sukulentleriyle yavaş yavaş konuşuyor. 

Kar yağmayan bir Aralık ayında yine İzmir'in, tanıştık hiç susmayan ve iyi susan bu çiftle biz. İlk tanıştığımız akşam bizimle kaldılar.  Ve o gece bildim ki bir insanı tanımak için öyle uzun yıllara, yolculuklara hiç gerek yok. Sema ve Ali evimizden içeriye yürekleriyle girdiler, yüreklerini evimizin içinde bir yere saklayıp gittiler... 

Bir gün yolunuz Cunda'dan geçerse mutlaka Küçük yer Semali'yi ziyaret etmelisiniz.  Küçücük mutfağından taşan o muhteşem enerjiye hayran kalmamak elde değil. Gitmeli, onun o pazen örtülü masalarında bir kahve içmeli, ahşap saksıların, kaktüs ve sukulentlerinin eşliğinde demlenmeli ve mutlaka eşsiz mezelerini tatmalısınız.

Dost tavsiyesi...





























,

12 Ağustos 2014 Salı

Memleket...

Mavi, yeşil, pembe, beyaz, 
Yaslanalım dağlarına,
Bulut bulut seyre dalıp asumanı,
Çam çam kokalım,
Susalım gelin az.
Sabahı kuş sesi,
Gecesi yıldız ayaz.
İçelim suyundan buzzz..
Koşarak kaçalım kalabalıklardan,
Dönelim aslımıza biraz.






















14 Nisan 2014 Pazartesi

Hayata kendi renkleriniz ile dokunun.

Yaz geldi hanımmm! :) Balkonlar, pencere pervazlarımız da en az tırnaklarımız kadar hak ediyorlar renklenmeyi.  Gelin yediğimiz omletlerin hatıralarını gök kuşağına özendirelim. Küçük bitkilerimizi de ektik mi işte size cümbüş. Bize bir tek bakıp bakıp keyiflenmek kalıyor sonra.





Yumurtaların yanı sıra pet şişelerimizi de kesip altlarını deldikten sonra çekmece ve raflarımız için kullandığımız plastik dantel görünümlü örtüleri de ojelerle renklendirip daha büyük saksılar elde edebilir; az masrafla da güzel şeyler yapabiliriz...



E hadi kolay gelsin...

6 Nisan 2014 Pazar

Objektifime takılan Pisikler...

Bir Martı daha geride bıraktık... Bir başka Mart' a kadar Pisik çekmeye devam... :) 


















27 Mart 2014 Perşembe

Mandalin, naftalin...





Ben bu yazıyı yayınlayana kadar ilkbahar da geldi ama olsun. Naftaline gerek kalmadı en azından... 

13.10.2013-----

Sonbahardayız demi hala? Hani bir iki damla yağmurla geçmişken Eylül, Ekimse Aralık gibi girmişken kemiklerimize kemiklerimize çözemedim bu nasıl son bahar... Doğalgaza uygun hale getirilmiş ocağın üstünde çay tıkırdarken ne yazabilir ki insan. Ne yazabilir kalemtraş olmadan, silgi olmadan, biri bir kalem koymadan aklıma, ucu yazdıkça kalınlaşan. Ne kadar anlatılabilinir ki bir şeyler... 


Ama gözümde hala dipdiri her evde olan ve insanı hipnotize eden fayanslı mutfağın bir köşesinde tahtadan bir somya, diğer köşesinde ateşin çıtır çıtır oynaştığı bir kuzine olaydı o çaydanlığı kaynatan, e bir de elleri hamurlu ana olaydı tam olmaz mıydı dilinde memleketten bir türkü.

Dağlarda kar sesi var ,
tavlada zar sesi var.
Kurban olam Şavşat'a da
içinde yar sesi var...
Haydi hanım, haydi canım,
şinanay aslan yarim... 


Bu kadar rahatını seven insanlarız, her gün yeni bir rahatlık buluyor birileri ama niye içimizdeki geçmiş aşkı bitmiyor acaba diye bakıyorum insanların yüzüne. Doyurduğumuz midelerle  aç ruhlarımızı ayakta tutamıyoruz. Allah bu bulaşık makinasını bulandan razı olsun derken bir yandan, bir yandan tabure tepelerinde bulaşık yıkamaya çalıştığım günler gelince aklıma hayıflanıyorum. Annemin elleri geliyor aklıma eziliyorum. Emel Sayın'ın elleri geliyor gülüyorum. Ha bir de Özlemin elleri. ( Çamaşır suyuna mı batırıyorsun o tırnakları be kadın demiştim ilk gördüğümde içimden.) :)  

Bu kadar batmışken bu bilgisayarların içine nasıl eski mektuplar gibi kokar ki insan. Şimdi zırt-pırt yazdığımız mesajların rahatlığında, acı acı göğsüme değen yaz tatillerinde Lale'ye, sene boyunca abime yazdığım mektuplar ölmüş insanlar gibi dokunuyor içime...

Ne zaman kar yağmasa böyle oluyorum ben. Ne zaman ayaz olsa  kar yağmasa böyle buz kesiyorum. Akşam sefaları giriyor hüznüme. Eskiden tek renk olan şimdi sarısı, beyazı,turuncusu, ebrulisini dahi bulabileceğiniz o pembe akşam sefaları. Her şey eskiden güzeldi diye bir cümle oturuyor boğazımın çukuruna, öksürüyorum öksürüyorum geçmiyor.
Akşam ezanı sesinin belirgin toplanma vaktinde oturulan sofralar, içilmesi elzem çorbalar, sünnettir sil yavrumdan sonra yıkanmasa olur kıvamında tabaklar...Ve hafızamızda hiç eskimeyen, eski bayramların hatıralarıyla girdiğimiz bir tarafı buruk bayramlara giriyoruz. Zaman öyle hızlı geçiyor ki iki bayram arası bırakın düğünü insan öldüğünü bile anlamıyor... Toplanılan büyük bahçeli evlerin büyükleri her bayram değişir, size yavaş yavaş gelse de bir bayram onların yerine geçeceğiniz günlere bir çırpıda gelirsiniz. Bir bakmışsınız diliniz de değişmez bir cümle; "ah, ah nerede o eski bayramlar. Çarşının ortasında kurulan kart tezgahlarında geçirilen saatler. Bu dayıya, bu ablaya, bu abiye, bu arkadaşa diye özenle ve heyecanla seçilen o ışıl ışıl tebrik kartaları," O kalabalık evler, her gün yenisi şerbetlenen baklava tepsileri, bol kahkahalı sohbetler,  hep birlikte sabah edilen uzun geceler, yeni ayakkabılar, elbiseler, çoraplar, işlemeli mendiller yüzünüze acıklı bir tebessüm yapıştırır ve siz bir kağıt mendil çıkarırsınız çantanızdan daha da içinize oturur burnunuzdaki o tarifsiz sızı.  

 Bazen durduk yere mandalin kokusu alıyorum, tadından çok sobanın üstündeki kokusu yapışmış içime demekki. Demek ki bizi de sobanın üstünde mandalin kabuğu kokusu koruyor güvelerden, sandıktaki çeyizlikleri koruyan naftalin kokusu gibi...  O yüzden çürümüyor bunca şeye rağmen ruhlarımız. O yüzden neredeyse herkesin bahçeli bir ev, evin bir odasında mutlaka şark köşesi, sofra, bakır hayalleri var, kilim desenli.  O yüzden göç ediyoruz geçmişe geçmişe yaş ilerledikçe. O yüzden misk-i amber dedikleri neyse naftalin de o işte. Naftalin kokusu dolu bir gardrop içinde saklambaç oynadıysanız naftalin yaşındasınızdır artık. Meyveleri çırılçıplak dallarından sarkan hurma ağaçlarına benzediğiniz mevsimdir artık. Kış gelmiştir, kar saçlarınıza müthiş bir güzellikle yağmıştır. Artık hangi pencereyi açsanız soluduğunuz naftalin kokulu yıllardır. 


Naftalin yaşında olanlar bilir bir albüm ne demek. Albüm arasında kaybolmak, sayfalarını kendini açar gibi açmak ne demek. Her sayfası ömür. Herbiri ayrı hikaye. Sararmış, solmuş, ölmüş ağaçlar vardır yaslanmışsınızdır. Kahkahalarınız vardır, tuzu dudağınızda acılarınız. Görünmeyen yıllar vardır, hatırı sayılır çizikler atmıştır yüzünüze, ellerinize. Beliniz inceciktir mesela gülersiniz. Naftalin yaşında olanlar koklarlar fotoğrafları, kitapları mandalin kabuğu koklar gibi...  Bilirler  her açılan pencerenin, cama yaslanmış Vasfiye teyzeye, ev boyuna gelmiş bir dut ağacına, babanın diktiği zambaklara, abilerin her hıdırellezde aşk için budadığı güllere, çocuk sizin bağırışlarına... elma dersem çık, armut dersem çıkmalara açıldığını. 


Geçmiş,geçmiyor aslında. Biz geçiyoruz galiba, geçip gidiyoruz umursamadan. 



11.10.2013 Mandalini naftalin geçen bir saat işte. :) Asuman...

19 Ocak 2014 Pazar

Ocak bitmeden yayınlayalım bari... :) İçilir...

   Hiç sevmedim yataktan çıkar çıkmaz, ağzının çamuruyla oturtturulduğum kahvaltı sofralarını ( hala da sevdiğim söylenmez ya neyse... ) Ben içmesem de babamın mutlaka ince beline kadar şekerle doldurduğu bardaklar kırılır gözümde, ağzında yeni kalkmış bir çocuk mızmızlığıyla oturur o çayı içersin...

Yıllarca tadını bile bilmezsin, sevmezsin, denemezsin velhasıl nedeni ne ise ne içmezsin. Bir gün gelir bütün seceresini dökebildiğin herkesin adını, soyadını, lakabını hatırladıklarına inat sana çayı ilk denemede beş bardak birden içiren şimdiki doktor Nihal'in soyadını hatırlamaz, içersin...


O beş bardak deneyimi, yerini e demlenmiş içeyim barilere dönüşür, hatır için der; hatırı sayılan kim varsa dizilir bardak bardak tutar en hatırlısından içersin... 


Sonra genişler evler. Yeni gelinler, çeyizlik demlikleriyle tur atlatır gibi çay içişlere, sizi " çay yok mu ya" diyecek boyuta geçirirler , balkon pervazına oturtulan demliğin dumanı tüter yüzüne yüzüne, içersin.




........................... 2013



Velhasıl kelam buna devam ederiz de saat 23.59 olmuş bile ben çaya dalmış çıkamamışken... :) Mutlu yıllar, bardaklarınız hep ağız tadıyla, hayatlarınız neşe, barış, sağlık, mutlulukla dolsun.... 



.....................  2014


Bir Zühren olur mesela açık içer çayı ezbere bilirsin. Kerrat cetveli halt etmiş yani. Her tazelediğinde bardağını unutur boca edersin demi, her seferinde beynine beynine çarparsın çay* zühre = açık tır, bunamaktan tükenir, içersin... 


Seyhan vardır sonra aynı hesap çöpsüzdür süzme su bardağıdır onun için çay Her seferinde çöpüne çöpüne daldırırsın kızın çayını gülersin, gülersiniz içersin...



Zaten yıllar sonra içmeye başladığın ve şeker de olmasa çay içilir mi ruhunda gezerken sen biri şekerin zararlarını hayatımdan çıkarmam için her sabah şekeri kendi atınca ve 20 İzmir sabahında, şekerin çaya katıldığında ama sadece :) verdiği zararları hayatından çıkarınca anlarsın "çayın tadına şekersiz içilirse varılır " diyenlerin ne kadar haklı olduklarını. ( Murat abi bu kısım senin ) Ve şekeri gram gram silenler 

 kiloyla çökerler çöpüne çöpüne gözünün, içersin...


Yolculuklara çıkarsınız, demi dem, kimbilir kaçta demlenmiş kaçta size sunulmuştur, acıdır. Derler ya hani zehir gibi tabiri caizse siz o molaları, o tatları özler hale gelirsiniz birgün bir vakitte; gidemediğin her yer için bal eyler içersin...


Bir de Fahriye abladır çay. Murat'ın anasıdır. Öğrencisin senden başka hepsi ikinci öğretimdir ama yalnız kalmazsın geceleri. Sokağın alt tarafında bir ışık yanar kapı önünde. Elinde demlik Fahriye abla yoldaşındır, sohbet ortağındır, korkma diye gelen korku hikayeleri anlatıp altına ettirendir... Ramazan amcadır çay. Allah Rahmet eylesin içine içine güler insanın, gözlerin küçük bir şehir de ağlar, sen yıllar sonra siler yaşını içersin... 



Kışlada kuzine üstünde fokurdarken çaydanlık ve beklerken dayın gelsin çay döksün diye herkesin birbirine baktığı ama hep sobaya en yakın dayı sen olduğun için paşa paşa döktüğün çayı alıp kahkahalarını gıcırdata gıcırdata açtığın tahta kapıyla birleştirip yıldızların altında siyah yeşil lacivert bi sessizliğe çıkarsın da sen tam keyifle yudumlarsın çayını Aynagül bir yandan sedef bir yandan seslenir ya mööö diye daha bi keyif eser rüzgardan rüzgardan. Çam kokusuna demlenir gece, içersin... 




Boşuna dememişler yazana değil yazdırana bak diye.  İşte o uzaktakiler çiğköftelerini rakıya banıp yerken :) Yılbaşı gecesi çay mı içilir derler ya insana, anason anason bir hasret buruşturup içine içine tüterler, içmek yetmez o vakit hem yazarsın hem içersin... 



2013-2014 - İstanbul...

5 Ekim 2013 Cumartesi

Hani ben Asumandım...



Uzayan hayatların kısırlığında sıkışmış geçmişten gelenler, hoş geldiler...

Hani ben Asumandım. :)

Bildiğim ama hiç görmediğim bir kış. Kar kar diye dilenen ruhum; soğuk bir Ocak haftasının cumartesi ayazında tanışmış dünyayla... İsimsiz, kandan gayrı renksiz, az biraz şişko bir bedenle şekillenivermiş hayat.
Kimi armutlar olunca, kimi biçim zamanı, kimi kirazlar derken ilk gerçek tarihli doğum ünvanı da işlenmiş kıza. Nüfus müdürlüğünde çalışan baba arkadaşı memur, Asuman demiş nasıl isim? Asuman: gökyüzü, sema!
Güzel isim velhasıl koyalım gitsin. Dünyayı, çiçeği, böceği, yaratılan ne varsa sevsin. Kedere de, sevincede değsin. Asuman.
Telefondan önce, telgrafın telleri kıvamında bir vakit. Uzaklardan bir dilek dökülmüş kağıttan. Bir postacı yeni adımı getirir yine soğuk bir Ocak. Yine karlı bir hafta, yine kış. Dayı der ki telgrafta kızın adını Dilek koyun stop. Dilek. O günden sonra hep Dilek derler kıza. Asuman şimdilik rafta. Asuman kolları çok minik daha, sığmaz ki içine sarsa Dünya.
Kış geçer, bahar gelir, yaz olur Dilek gel, Dilek git, Dilek yürü, Dilek koş derken Asuman üstü bulanmış toz, kalır öyle rafta. Ve bir Eylül sabahına kalkılır evde cümbür cemaat çokça kış, bahar, yazdan sonra. Asuman'ın tozunu silkeleme zamanıdır artık itinayla. Yakın mesafelerin otobüse binmeye değmeyeceği uzaklıktaki okul yoluna düşülür anneyle elkola. Nasıl ola da Dileğe Asuman olduğu anlatıla.
" Sınıfta Dilek ( Sürekli şimdi bir de Yelman ) diye bir kız daha varmış, sakın adın okunduğunda burdayım deme yavrum. Senin adın Asuman unutma! Zaten ben yanındayım ama sen yine de bil çocuğum tamam mı senin adın Asuman. Dilek dediğinde hoca parmağını kaldırma. " Bilmem kaç adım boyunca tekrarladı annem "senin adın Asuman, sakın unutma! " Hiç bitmeyecek sandığım o yakın mesafe nihayet bitti anneyle girdik sınıfa. Ağlayan, gülen, koşan, susan dolu koca bir Dünya!
Benim içimde bir bilinmezlik çünkü adım Asuman.
O zaman okula uyum haftası yok tabi. Ablalar, abiler, miniler hep aynı gün okulda. ( Rıvayet yine geldin aklıma. " Ögratmanım Tugrul beni dögdi " diye ağlayan sesin kulağımda. )  Sınıfa girdik. Sessiz, meraklı, çokça ağlamaklı oturduk sıralara. Uzun boylu, gözlüklerinin altında yüreğiyle bakan bir adamla tanıştık. Ahmet Beşir Ertan dedi ben. Şimdi sizleri tanıyacağız sırayla. Anneler de otursun yanlarınıza. İsmini söylediğim kaldırsın parmağını tanışsın arkadaşlarıyla.
Annem dürtene kadar normaldi her şey. Yol boyu bana tembih ederken kendi aklı nerelere uçmuştu acaba?
" Dilek sana diyor öğretmenin kalksana. Burda burda Dilek burda. " diğer Dilek burdayım dese de duyulmamıştı heralde annemin beni dürtmesinden heyecanla. Annem benim. Yüzünü görmeliydiniz dönüp sorarken ben;
Anne, hani ben Asumandım!

Yıllar sonra anama benzedim bir gün. "Anne iyi misin sen, kendime nasıl selam söyleyeyim? "

Yaş olmuş otuz küsür. Çok geçmiş vallahi hiç geçmemiş gibi görünen o yılların üstünden. Büyümüşüm. E dünya da ne tek Asumandım ne Dilek. Çok sevdim bir Dileği daha gönülden. Gitmişim Dileğe, konuşmuşuz oradan buradan. Annemin arayası tutmuş bir zaman.
-Nasılsın yavrum, iyi misin?
İyiyim anne, ya sen?
-İyi işte ne olsun. İş güç. Patates çıkardım, gel yiyelim.
Ah anne keşke yakın olsa da koşsam.
-Eee başka ne var ne yok, nerdesin?
Dileklerdeyim anne oturuyoruz.
   Daha uzadı,uzadı sohbet. Konuştuk durduk kışladan, konudan komşudan, eşten dosttan. Annem kapatacak telefonu da Dileğe selam söyle dedi kapatmadan.
Dedim anne iyimisin sen. Kimle konuşuyorsun sandın ki zaten.
 Dedi annem Dileklerdeyim demedin mi sen Asuman!
 Ha dedim o Dilek. Ya anne yaşlandık mı ki hiç anlamadan.

O zaman hak verdim yıllarca Dilek deyip Asuman'ı, Asuman deyip Dilek'i soranlara.

Gelen telefonları " Burda öyle biri yok" deyip kapatan eşi, dostu, akrabayı. Ve hatta babamın okul arkadaşlarım aradığında yabancı birine sesleniyormuş gibi Asumannnn diye zorlana zorlana çağırışını.
Yıllar sonra biri Dilek diye de sevdi ya! Gam yemez Asuman daha. Hoşgeldin, geç gelsende ömrümün dileyen anlamına. Dileğim dedikçe sen gökyüzü oluyorum ben; susuyor Asuman, gök, sema!

Hala Dilek kim diye soranlara... Dilek de ben Asuman da. :) Sadece farkına varamıyorum arada biri kızmazsa.

Asuman Dilek... Namı diğer "Kungfu" , " Kıtmır" , "Değerli " ( laf aramızda hala değerli gibi gülerim. :) ) Otuzaltı yıl sonra bir gece vakti beni minicik aklı iki ismin ortasında karışmış bir kızla bırakıp yattın Seyhan abla. Bu yazının sorumlusu sensin valla!



03.23/ 05.10.13